13 Ağustos 2014 Çarşamba

MUTLU VE HUZURLU BİR HAYALDİ BEŞİKTAŞ

 

Mutlu ve huzurlu bir hayaldi Beşiktaş,

İstanbul'da doğan ve yine orada,

Süleyman Seba ile ölen.

 

Çocuk olduğum yıllarda büyüklerden duyduğumu hatırladığım bir söz var. Zaman ne de çabuk geçti. Bu türden söylemler küçükken pek bir şey ifade etmiyor ama zamanla söylenen birçok sözün gerçek olduğuna bizzat şahit oluyoruz. Evet, bu söz de gerçekmiş. Zaman ne de çabuk geçiyormuş. Oysa dün değil miydi Beşiktaş’ın soğuk bir Eylül gecesi Borussia Dortmund’a misafir oluşu? Gerçekten otuz iki sene geçmiş olabilir mi? Maç 1989 yılında oynandığına ve şimdi 2021 olduğuna göre geçmiş olmalı.

 

O maçın oynandığı gece küçük bir çocuktum. Dünya benim için öylesine büyük, korkutucu, bilinmezlerle dolu ve aynı zamanda büyüleyiciydi ki, kalbimdeki tutkuyu dün gibi hatırlıyorum. Nereye koyacağımı bilemediğim bir ateşe dönüşen o tutku, kalbimde alev alev yanıyordu. Hayat bu ya, o ateş yaşadığın sürece orada yanmaya devam ediyor ama attığın her adımda güç kaybetmeyi de sürdürüyor. Sonunda bir mum ışığına dönüşüp, sessizce yanmaya devam ediyor. Ona baktıkça gerçekte kim olduğunu hatırlıyorsun ve yola devam ediyorsun ama işte yine de eskisi gibi olmuyor. O zaman elimizde kalan son mum ışığını sonuna kadar kalbimizde taşımak, bir insan için en şerefli görev olmalı.

 

Borussia Dortmund maçı gecesi kalbimdeki ateşi koyabileceğim bir yer bulduğum geceydi. Bütün ateşi bir yere koymak elbette aptallık olur ama o Beşiktaş, kalbimdeki alevlerin bir kısmına sahip olmayı hak ediyordu. Ben de esirgemedim, tuttum bir tutam alev, verdim ona. Bu maç, aradan geçen onca yıldan sonra kritik pozisyonlarını ve gollerini tüm detaylarıyla hatırladığım tek maç oldu. Malum, bu benim Beşiktaşlı olduğum geceydi. Daha öncesinde yine Beşiktaşlı olan babamın maçları nasıl büyük bir tutkuyla izlediğini hatırlıyorum. Maç sırasında evin perdelerini kapatarak ortamı sinemaya çevirmesini, sehpanın üzerindeki çerez ve meyve tabaklarını, sadece maç izlerken içmeyi tercih ettiği soğuk birayı hatırlıyorum. Bunlar hatırlaması güzel detaylar ama bütün hikâye bundan ibaret değil. Maçı izlerken nasıl bağırdığını, hakeme sövdüğünü, takımın yenilmesi durumunda nasıl sanki bir yakınını kaybetmiş gibi çöktüğünü de hatırlıyorum. Borussia Dortmund maçını izleyip Beşiktaşlı olduğum gece emin olduğum bir şey vardı. Evet, ben de Beşiktaşlı olacaktım ama böyle bir Beşiktaşlı olmayacaktım.

 

Babam, daha sonrasında beraber izlediğimiz bir maçta, hakemin verdiği karardan sonra televizyona yastık fırlatmıştı. O zaman bu öfkenin kaynağını çok merak ettim. Pozisyonun tekrarını dikkatle izledim ve aslında hakemin verdiği kararda haklı olduğunu gördüm. Bu fikrimi dile getirdiğimde bana çok kızdı.

“Sen nasıl Beşiktaşlısın?” diye sordu, öfkeyle.

Bu soru beni fazlasıyla şaşırtmıştı çünkü hakemin verdiği kararla Beşiktaşlı olmak arasındaki bağlantıyı çözememiştim.

“Aynısı geçen hafta bizim takımımıza olmuştu,” diyerek söze devam etti. “Bu sefer de bizim lehimize olsa ne olur?”

O gün Beşiktaşlı olma konusunda babamla yollarımız ayrılmaya başladı zira ben bu düşünceyi asla kabul edemezdim. Babamın olduğu şey Beşiktaşlı olmak değildi. Taraftar olmaktı. Ben asla Beşiktaş’a taraf olmayı kabul etmedim. Taraf olmak adaleti ve doğruluğu bir kenara itmektir. Neye mal olursa olsun kazanmaya odaklanmaktır. Hem Beşiktaşlı hem de Beşiktaş taraftarı olamazsınız. Bununla ilgili eski bir arkadaşımla yaptığımız sohbeti hatırlıyorum.

“İyi söylüyorsun ama konuya çok felsefi yaklaşıyorsun,” demişti. “Adamın hayatında başka bir şey yok. Varı yoku Beşiktaş. Tribüne çıkıp takımı destekleyen adama bunu anlatamazsın.”

Doğru söylüyordu. Ben de hayatının Beşiktaş olduğunu söyleyen ve taraftar olan birine bu felsefeyle gitmemeliydim çünkü bu vakit kaybı olurdu. Öte yandan bu benim için bir yalanı yaşamak anlamına geliyordu. Asla başarı yüzü görmeyecek olan bir yalanın tribün ayağı.

 

Yalan söylemenin yanlış olduğunu hepimiz biliyoruz ama bence yalan söylemekten daha kötü olan bir şey varsa, o da kendine yalan söylemektir. Yalanlar üzerine kurulmuş bir düzenin başarılı olması mümkün değildir. Hakemin verdiği doğru bir penaltı kararı sonucunda takım elinden şampiyonluğu kaçırabilir ama şampiyonluk hakem penaltı verdiği için elden gitmemiştir. Şampiyonluk takım o penaltıya sebebiyet vermeden maçı tamamlayacak kapasitede olmadığı için gitmiştir. Eğer bir takım başarıyı hak etmediği halde kupa kaldırdıysa, ertesi sene Avrupa Kupalarına çıktığında sonucu hüsran olur çünkü gerçekte sadece adı şampiyondur. Bunun birçok örneğini görmek isteyen basitçe Türkiye Futbol Ligini takip edebilir. Dikkat ettiyseniz aradaki Süper kelimesini kullanmadım. Birileri artık başına süper koyunca ligin süper olmayacağını anlamalı.

 

Borussia Dortmund maçına geri dönelim. O soğuk ve heyecan verici Eylül gecesine. Beşiktaş o gece tüm performansını ortaya koydu. Beşiktaş, Türkiye şartlarında sahaya sürülebilecek en iyi kadroya sahipti. Uzun yıllar beraber oynamış köklü bir takımdı. Öyle ki o kadroyu bugün bile kalecisinden golcüsüne kadar tek tek sayabilirim. Yıllara damgasını vuran Metin, Ali ve Feyyaz üçlüsü de sahadaydı. Onları canlı izleme fırsatını bulan nesilden olmak öylesine gurur verici ki anlatamam. Öylesine muhteşemdiler ki. O gece adeta tarih yazdılar ve Türkiye’deki herkesi kendilerine hayran ettiler. Peki sonucunda ne oldu? Beşiktaş sahadan 2-1 yenilgiyle ayrıldı. Peki öylesine muhteşemdiler de neden yenildiler? Bu nasıl tarih yazmak? Rüya aleminden sıyrılıp objektif bir şekilde değerlendirildiğinde, aslında durum çok daha farklıydı. Beşiktaş uzun yıllara yayılan ve köklü bir oluşumun sonucu olan bu takımla yapabileceğinin en iyisini yapmıştı. Karşılarındaki takım ise sanki insanlardan değil makinelerden oluşuyordu. Beşiktaşlı oyuncular maçın ikinci yarısında yorulmaya başladılar. Meşhur üçlüden Metin’in sağ kanattan yaptığı ataklarda teklemeye başladığı açıkça görülebiliyordu. Yıllar sonra bir kez daha baktığımda, aslında Beşiktaş’ın o gece muhteşem görünme sebebinin başarılı olması değil, ortaya direnç koyması olduğunu fark edecektim. Daha da kalp kırıcı olan ise, aslında rakip takımın oyunu canının istediği gibi yönlendirdiği ve sonuca mutlak bir şekilde karar verdiğiydi. Beşiktaş sahada sadece kendine verilen rolü oynuyordu ve hiçbirimiz bunun farkına varacak kapasitede değildik.

 

Kendimize söylediğimiz yalanların en büyüğü, Türkiye’nin bir futbol ülkesi olduğudur. Oysa 2019 yılı Kasım ayı itibarıyla stadyumda maç izlemek üzere kaydolarak kart almış olanların sayısı sadece beş milyon kişidir. Türkiye’de seksen beş milyondan çok insan yaşadığına göre, aslında halkın büyük bir çoğunluğunun futbola ilgili olmadığını açıkça görebiliriz. Gerçekte futbol ülkesi olmayan Türkiye’nin mevcut futbol sektörü de ne yazık ki doğru ellerde değildir. Eğer olsaydı, yüz yaşına basmaya hazırlanan ve daha öncesinde kökleri binlerce yıl geriye dayanan Türkiye, yenilmesi neredeyse imkânsız futbol takımlarına sahip olurdu. Bunun yerine ısrarla alt yapı konusuna yeterli önemi vermeyen ve takımları yabancı futbolculardan oluşan kulüplere sahibiz. Baş döndüren fiyatların konuşulduğu ve sürekli yenilenen oyuncularla bir türlü dikiş tutturamayan onlarca kulüp, spor kirliliği oluşturmaktan başka bir şeye yaramıyor. Devlet imkanlarıyla yapılan dev stadyumların şaşalı görüntüsü bile göz boyayamıyor. Seksen beş milyon insan içerisinden doğru düzgün bir milli takım bile çıkartamayan Türkiye, büyük bir kısır döngünün içerisinde kaybolup gidiyor.

 

Aradan bunca yıl geçtikten sonra bir şeylerin değişmiş olabileceğini ve benim fazlasıyla olumsuz düşünceler içerisinde olduğumu söyleyebilirsiniz. Haklı olduğumu göstermek için, sizi Beşiktaş’ın otuz iki yıl sonra tekrar bir Avrupa Kupasında Borussia Dortmund takımına karşı oynadığı maça götürmek istiyorum. Otuz iki senede elbet bir şeyler değişmiş olmalı, öyle değil mi? Maçı izlemediyseniz ben söyleyeyim. Beşiktaş yine muhteşem bir futbol sergiledi ve sahadan aynı skorla 2-1 yenik ayrıldı. Beşiktaş, Alman takımı ne kadar izin verdiyse o kadar oynadı. Ve size bir sürpriz daha. Almanlar artık makine gibi oynamıyorlar. Sibernetik organizmaya dönüşmüşler. Disiplin öyle bir seviyeye gelmiş ki, tek bir hataya yer yok. Karşılarında ise yine varını yoğunu ortaya koyan kahraman bir Beşiktaş var. Hem de Metin, Ali ve Feyyaz bile yok. Ne kadar adaletsiz bir oyun.

 

Buradan şu sonucu çıkartabiliriz. Otuz iki sene önce bir Türk takımının tam kadro yabancılardan oluşması yasaktı. Şimdi ise serbest. Demek istediğim, yabancı oyuncu kotasını arttırarak başarı elde etmeyi hayal etmek profesyonellik dışıdır. Takımın yüzde sekseni Türk oyunculardan oluşunca da aynı sonucu alıyorsun, neredeyse yüzde yüzü yabancı oyunculardan oluşunca da. O zaman bunca parayı yabancı futbolculara vermenin anlamı nedir? İşte yine burada alt yapının önemi klişesi devreye giriyor. Klişe diyorum çünkü alt yapı, sözü en çok geçen ama asla üzerine eğilmediğimiz bir değerdir. Bunun sebebi ise, dünyanın kirlenmesini ve yakında yaşanamaz bir hale gelecek olmasını umursamayan petrol şirketlerinin devletleri bloke etmesi gibi, yanlış yönetilen menajerlik sisteminin alt yapının önünü keserek olası büyük başarıları bloke etmesidir.

 

Eskiden en azından bir Süleyman ağabeyimiz vardı. Beşiktaş’ın hakkını yedirmez ama Beşiktaş’ın da başkasının hakkına girmesine izin vermezdi. Vefat ettiğinde, adına hazırlanan bir belgeselde konuşan Ahmet Dursun’un sözlerini hatırlıyorum. Süleyman ağabey, Ahmet’i Beşiktaş’a transfer etmişti ama ona daha önce oynadığı takımda kazandığı paranın yarısını vermişti. Başarılı olursa daha fazlasını vereceğine de söz vermişti. Ah Süleyman ağabey. Bırak seni örnek almayı, senin yarın kadar düşünebilselerdi, Türkiye’de futbol bugün çok daha farklı olurdu.

 

O yüzden diyorum ki, mutlu ve huzurlu bir hayaldi Beşiktaş, İstanbul'da doğan ve yine orada, Süleyman Seba ile ölen.


Aralık 2021